14 Aralık 2011 Çarşamba

DİYANET'TE MELE UYGULAMASI



Başbakan yardımcılarından Bekir Bozdağ.Doğu ve Güneydoğu illerimizde halk arasında sözü geçen ve saygınlığı olan Mele,Molla ünvanına sahip kimselerden Diyanetin kadrosuna 1000 kişi alacaklarını ve alınan bu kişiler arasında Caferi din adamlarının'da olacağını açıklamıştır.Cumhuriyet treni'nin raydan çıkarılması,zarar verilmesi ve hatta tamamen ortadan kaldırılması için büyük gayret ve çabaların olduğunu görmekteyiz.Bu çabaları destekleyecek nitelikte'ki açılımlar hükümet tarafından önerilir ve diyanet işleri Başkanlığı tarafından uygulanır.
Osmanlı devletin'de uygulanan molla sistemi'nin Laik demokratik sosyal bir hukuk devleti olan Türkiye Cumhuriyetinde'de uygulanma çabaları sinsi bir biçimde sürmektedir.Doğu ve Güneydoğu Anadolu'da azda olsa dini bilgisi olan kimselere Melle diye hitap edilir.Melle ünvanına sahip kimseler halktan saygı gördükleri gibi onların telkin ve önerilerine değer verilmektedir.
Gelelim bu ünvana sahip kimselerin dini eğitim konularına.Melle denen insanlar devletin Milli, Eğitim Müferedatı içerisinde yer alan İmam Hatip Liselerinde veya İmam Hatip Faskülterlerinde okuyup Melle veya Molla ünvanına sahip olmamışlar.Bu ünvana sahip olan kimseler kendi yörelerinde medrese adı verilen özel kurslarda veya arapça harflerini bilen ve halk arasında Melle ünvanına sahip kimseler tarafından eğitilmiş olan kimselerdir.
Bu insanların %98 okuduğu kuran ayetlerinde'ki anlam ve manaları çözmekte yetersiz,hatta bu bilgiden yoksundurlar.İslam dini'nin uygulayıcı kitabı olan Kuran'ın içeriğini bilmeden yorum yapan bir Melle veya Molla'nın dini konularda telafisi mümkün olmayan yanlışlara neden olduğunu aklı başında Olan her insan bilmektedir.
Kürt açılımında başarısız olan hükümet bu uygulamayla Doğu ve Güneydoğuda'ki insanları denetim altında tutmayı amaçlamaktadır.Yapılan böyle bir uygulama'da Türkiyede'ki dini inançların ikinci büyük gurubu olan Alevilerden hiç söz edilmemesi dikkat çekicidir.Bu konuya alevileri dahil etmemelerine şaşmamak gerekir.Aleviler dine çok saygılı olmalarına rağmen uygulamada din ve devlet işlerinin bir birinden ayrı olmasından yanadırlar.Bu nedenle molla eğemenliğinde'ki yönetimlere karşı çıkarlar.Aleviler bu çağdaş ve kararlı tutumları nedeniyle gerek Selçuklular gerekse Osmanlıların II Beazıt döneminden başlamak suretiyle diğer dönemler ve Osmanlı'nın ortadan kaldırılmasına kadar defalarca kıyıma uğramış haklarında dinin kabul edemeyeceği iftira dolu fetvalar yazılmıştır.Alevilerin devlet yönetiminde'ki Molla eğemenliğine karşı durmaları on asır öncesine dayanmaktadır.
Devlet ve diyanet yöneticileri bunu bildikleri için bu uygulamada Alevilerden söz etme gereğini duymamışlar.Devleti yönetenler ne kadar kaçarlarsa,kaçsınlar eninde,sonunda Alevilerin ibadet yeri olan cemevlerini kabul etmek zorunda kalacaklar.
Dönelim Mele ugulamasına.Diyanet işleri Başkanlığı Hükümetin talimatıyla kendi bünyesine katmayı düşündüğü 1000 kişilik Mele kadrosu için sınav yapmayı düşünmektedir.Ne demişler minareyi çalan kılıfını uydurur. Sınavla almayı düşündükleri mele'ler için yaş sınırı olmayacağı sınavı geçen Melelerin altı aylık kurs döneminden sonra istihdam edilecekleri söylenmektedir.
Altı aylık kurs hata kabul etmeyecek kadar hassas olan din eğitimi için yeterli olurmu dersiniz?.Yeterli olup olmayacağını herhalde bu uygulamayı yapmaya çalışanlar bilmektedirler.Sade bir vatandaş olarak altı aylık eğitimin  yeterli olmayacağı kanısındayım.Pratikte belki ancak genel anlamda kesinlikle yeterli olmaz.
Eh ne diyelim alınacak olan 1000 kişilik Mele'nin vereceği fetvalar sayesinde doğu ve güneydoğu'da'ki bir çok olumsuz mesele çözülmüş olur.Niye bu satırı yazdığımı düşünmeyin nasıl olsa fetvalar dönemi başlamıştır.Memlekete hayırlı olsun.

10 Aralık 2011 Cumartesi

TÜRKİYE'DE DEMOKRASİ ANLAYIŞI






Demokrasi çağdaş yaşamın olmazsa olmazlarındandır.Demokrasiyle idare edilen ülkelerde din,dil,ırk ve mezhep farklılıkları gözetilmeden bireyin tüm hakları güvance altına alınır ve bu haklara demokrasi çerçevesi dahilinde riayet edilir.
Türkiye Cumhuriyeti demokrasiyle idare edilen sosyal bir hukuk devleti olarak kuruldu.Dünyada'ki demokratik sistemlerde olduğu gibi bizde'de din,dil,ırk ve mezhep farklılıkları gözetilmeden ülkede yaşayan tüm insanların yasalar önünde eşit oldukları,bireyin hak ve hukukuna riayet edileceği Anayasa hukukunda belirtilmiştir.
Ülkemizde'ki demokrasi anlayışında ve Anayasa hukukumuzda bütün bunların olmasına karşın uygulamada çok ciddi aksaklıkların olduğunu hepimiz biliyoruz.Keyfi uygulamalardan tutu'da din,dil,ırk ve mezhep ayrılıkları üzerinden uygulamalar yapıldığı gizlenmeyecek kadar açıktır.Oysa demokrasilerde bireyin hak ve özgürlüğünün anayasa teminatı altında olduğu vurgulanmıştır.
Demokrasiyle idare edilen Türkiye Cumhuriyeti Anayasasında toplumu ve bireyi ilgilendiren tüm haklar teminat altına alınmıştır.Bu haklar maddeler halinde Anayasa'ya eklenmiştir.
Demokratik anayasamızda bu gerçekler varken uygulamada bazı hakların sadece kağıt üzerinde kaldığını üzüntüyle izlemekteyiz.
Demokrasi ve insan haklarıyla bağdaşmayan bazı uygulamaları örnek olarak vermek gerekirse,gözaltıların aylarca hatta yıllarca sürmesi,Demokratik hakkını kullanarak protesto eylemi gerçekleştiren öğrencilerin iki yıl,üç yıl gibi cezalarla cezalandırılmaları.Sadece fikir ürettikleri için gazeteci,yazar ve bilim adamları caza almadıkları halde yıllarca hapis yatmaları,Halkın oylarıyla seçilmiş  olan Millet Vekilleri'nin daha önce örnekleri olmasına karşılık serbest bırakılmamaları.Gözaltına alınan vatandaşların karakollarda şiddete maruz kalmaları gibi demokrasi ve insan haklarıyla uyuşmayan daha yüzlerce yanlış uygulamayı sayabiliriz.
Ülke'nin geleceği üniversite gençleri sadece demokratik hak olan protesto eyleminde bulundukları için okullarından uzaklaştırılmaları ve bazılarının tutuklanarak üçer beşer yıl hapis cezasıyla yargılanıp bunlardan bazılarının  hak etmedikleri halde ceza alarak hapis yatmalarını demokrasi'nin hangi kuralına uyar.
Başbakan'ın Hopa'da protesto edilmesi sırasında kalp krizi geçirip ölen emekli öğretmen Metin Lokumcunun ölüm nedenini protesto eden öğrencilerin gözaltına alınıp hapis istemiyle yargılanmaları hakgi demokratik sistemde vardır.
Galatasaray Üniversitesi öğrencilerinden Cihan Kırmızıgül Kağıthanaede'ki otobüs durağında otobüs beklerken sadece boynunda puşu var diye eylemci olarak tanımlanarak göz altına alınması demokrasi ve insan haklarına uyarmı.Puşu giysidir her insanın bir giyinme biçimi ve zevki vardır.Birilerinin giyim zevki başkalarının hoşuna gitmedi diye terörist ilan edilerek tutuklanmasımı gerekir.Bumudur demokrasi anlayışımız.
İzmir karabağlar'da eşiyle birlikte bir müzikhol'de oturan Fevziye Cengiz polisin kontrolü sırasında sadece kimliği olmadığı için göz altına alınmış eşi kimliğini getirdiği halde karakola götürüldüğü sırada eşi Murat Cengiz karakola alınmayarak Fevziye Cengiz iki sivil polis tarafında karakolda Kıyasıya dövüldükten sonra serbest bırakılmıştır.
Savcılığa suç duyurusunda bulunan Fevziye Cengiz'iğn dayak görüntüleri ortadayken savcı mağdur konumunda olan davacı Fevziye Cengiz'e 6.5 yıl ceza isterken zorba polislere ise 1.5 yıl ceza isteminde bulunmuştur.
Savcı'nın bu yanlı tutumu hangi, insan haklarında,hangi demokrasi anlayışında vardır.Adalet terazisi'nin eşit durmadığı bir sisteme demokrasi diyebilirmiyiz.Türkiye demokratik sistemle idare edilen laik bir Cumhuriyettir.Ancak bizim ülkemizdeki uygulamalara bakıldığında demokrasi alanında daha çok yol kat etmemiz gerektiği ortadadır.Münferin olaylar dışında umarım'ki demopkratik hak ihlalleri sona erer ve ülkemiz hak ettiği gerçek demokrasiye kavuşur.Anayasada'ki demokratik ve insan hakları uygulaması onu ihlal edenlerin'de güvencesidir.
Bu hakları kişisel düşüncesi doğrultusunda ihlal ederek insanları mağdur edenlere Allah akıl ve izan ihsan eyleyip ıslah etsin.

9 Aralık 2011 Cuma

DERSİM POLEMİĞİ VE ÖZÜR



1937-1938 yıllarında dersim(Tunceli) bölgesinde devlet tarafından uygulanan baskı ve kıyımlar gerek siyasette gerekse kamuoyunda tartışılmaya devam etmektedir.Kendisi dersimli olan CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu'nu köşeye sıkıştırıp yıprapmak maksadıyla 1938 de dersimde yapılan katliam Başbakan Recep Tayyip Erdoğan tarafından dile getirilerek konu üzerindeki polemiklerin ve söylemlerin alevlenmesi sağlanmıştır.
Amaç siyasi'de olsa 70 yıldır üzerine hasır çekilen bu acıklı olayın dilledirilmesi iyi olmuştur.Yapılan yorum ve tartışmalarda bazı siyasetçiler ve brokratlar devletçi bir görünüm ortaya koyarak dersimde bir isyan çıkmıştır devlet kendini savunmak için isyanı bastırmıştır tezini öne sürmektedirler.Bu tezi öne süren kimseler dersim katliamından  haberdar olmadıkları gibi yaptıkları yorumların tamamen siyasi ve taraflı olduğu gün gibi ortadadır.
Sosyal bir Hukuk devleti olan Türkiye'de hala faşist düşünceye sahip insanların olması  dikkatlerden kaçmamaktadır.
1938 dersim katliamı yapıldığı dönemde tek parti olan CHP ve onun Genel Başkanı olan Kemal Kılıçdaroğlu bu olay üzerinden yıpratılmak istenmektedir.
Gerek siyaset arenasında gerekse kamuoyunda yapılan tartışmalar neticesinde özür dilemesi gereken tarafın devlet olduğu,dolayısıyla günümüzde devleti yöneten yasama ve yürütme organlarının başındaki zatların devlet adına dersimlilerden özür dilemesi gereken kişiler olduğu hukukçular tarafından ifade edilmektedir.
Başbakan bunun farkına varmış olmalı'ki bir adım geri atarak prosüdürde böyle bir şey varsa bende özür dilerim hatta diliyorumda diyerek kendisi tarafından alevlendirilen dersim tartışmasının ateşini düşürmeye çalışmıştır.
Günümüzde adı Tunceli olan Dersim'de 1938 yılında devlet tarafından uydurulan isyan hikayesi üzerine girişilen toplu katliam'da resmi kayıtlara göre 13.680 kişi sözlü anlatımlara göre ise bu rakkamın çok üstünde dersimli kadın,çocuk,yaşlı ayırımı yapılmadan maydanlara doldurularak makinalı tüfeklerle taranarak ortadan kaldırılmışlar.
Öldürülen bu insanların cesetleri gaz dökülmek suretiyle yakılmıştır.Bir kısmı'da Munzur suyuna atılmak suretiyle ortadan kaldırılmışlar.
Hayatta kalan on binlerce dersimli Türkiye'nin çeşitli illerine sürgüne gönderilmiştir.
1937 ve özellikle'de1938 tarihinde dersimde yapılan kıyım ve katliamlar özürle giderilmeyecek kadar vahim ve büyüktür.Özür dilemek elbetteki erdemdir ancak dersim hadisesinde olduğu gibi bazı meseleler varki özürle giderilmeyecek kadar vahimdir.Özür kavramı son zamanlarda adeta moda haline getirilmiştir.Kim,kime ne yaparsa ötekinden özür diliyerek işin içinden çıkmaya çalışmaktadır.
Özürle telafi edilmesi mümkün olmayan dersim katliamı ile ilgili devletin yapacağı en doğru şey Genel kurmay Başkanlığı arşivi'de dahil olmak üzere tüm devlet arşivlerinin araştırmaya açılması ve bu arşivlerden elde edilen belgelerin içeriği kamuoyuna açıklanmasıdır.Devletin 1937-1938 dersim katliamıyla yüzleşmesi çok önemlidir.Bu yüzleşme yapılırken samimi olunmalı, o döneme ait ne varsa her şeyTürk kamuoyu ve dünya ile paylaşılmalıdır.
Dersim meselesi tüm gerçekliliğiyle ortaya çıkarıldıktan sonra olayla ilgili ne gerekiyorsa onun  yapılması ile birlikte o dönemi yaşayıp, hala hayatta olan dersimliler ve öldürülen on binlerce dersimli'nin yakınlarından özür dilenmesi ile birlikte dersim mağdurlarının tümüne tazminat ödenmesi gerekir.
Ayrıca böyle acı olayların bir daha yaşanmaması için olayın vehametini sergileyecek bir anıt dikilmelidir.

7 Aralık 2011 Çarşamba

ANADOLU'DA MİSAFİR AĞIRLAMAK



Günümüz koşullarında unutulmuş olan çok insani olan bir geleneği aklımın alabildiği kadarıyla aktarmaya çalışacağım.Yazımın başlığından'da anlaşılacağı gibi misafir ağırlamak ve misafirlikle ilgili gelenek ve görenekleri bildiğim kadarıyla sizlere aktarmaktır.
Anadolu'da köy yolları yokken insanlar şehir merkezlerinde satın aldıkları mamulleri at ve eşek sırtında patika yolları kullanarak köylerindeki evlerine taşırlardı.Köylerde otel,han gibi konaklama yerleri olmadığından dolayı yol yorgunu olan insanlar yolculuk esnasında vardıkları ilk köyde'ki köy sakinlerinden herhangi birine misafir kalmak zorundaydılar.
Yakın zamana kadar Anadolu köylerinde misafir ağırlamak,gelen konuğu olabildiğince memnun etmek ona en iyi hizmeti sunmak insanların vaz geçemedikleri bir olguydu.Bu gelenek ve görenek günümüz şartları dahilinde artık ortadan kalkmıştır.
Anadolu köylerinde misafir ağırlamak, gelen konuğa hizmet etmek onun gönlünü hoş tutmak adeta ibadet sayılırdı.İnsanlardaki inanış,misafire hizmet etmek onu memnun ederek gideceği istikamete yolcu etmek Hakka hizmet sayılırdı.
Çocukluğum döneminde kendi köyümüzde benim'de tanık olduğum misafirlik geleneği özetle şu şekilde ifa edilirdi.O dönemlerde anadoluda'ki köylere araç gitmediği gib kış mevsiminde karın yağmasıyla birlikte bir yerden bir yere yolculuk etmek oldukca yorucu olurdu.Şehirde alış variş yapan yada başka bir nedenle gidip gelen insanlar yol yorgunu olmalarıyla birlikte havanın kararması nedeniyle yol üzerinde bulunan köylerden birine geldiklerinde köy sakinlerinden birinin kapısını çalıp ev sahibine tanrı misafiri kabul edermisiniz diyerek kendilerinin misafir olduklarını anlatmaya çalışırlardı.
Misafirden gelen bu teklif zengin yada fakir hiç bir ev sahibi tarafından geri çevrilmezdi.Kış mevsiminde köy dışındaki alanlarda aç kurtların olduğunu bu nedenle gece yolculuk yapan insanların can emniyetinin olamayacağını her insan bilmekteydi.
Misafir ev sdahibi tarafından içeri davet edildikten sonra varsa elinde eşyası omuzunda heybesi alınıp müsait bir yere bırakıldıktan sonra misafirin üzerinde donmuş kar taneleri aile reisi'nin yardımıyla  temizlenir misafirin kardan dolayı ıslanan giysileri çıkartılarak kuru giysiler giydirilip el ve ayaklar yıkkandıktan sonra ısınması için gelen konuğa sıcak içecek ikram edilirdi.Isınma faslından sonra yemek yenir ondan sora'da ev sahibi ile misafir arasındaki sohbet faslı başlardı.
Büyüklerimiz misafir için şöyle derlerdi.Allah hayırlı misafiri kapımızdan eksik etmesin.Misafirin girdiği evde bereket olur inancı vardı.Hizmette kusutr etmeyen ev sahibi sabah olduğunda misafirinin yol hazırlıklarını yapar gelen misafirin yolu uzunsa yolda yemesi için heybesine yiyecekler koyar daha sonra misafirin sabah kahvaltısı yedirilir ve ev sahibi misafirinin heybesini omuzlayarak konuğunu köy dışına çıkarıp gideceği istikamete yolcu ettikten sonra evine geri dönerdi.
Günümüzde bu gelenek ortadan kalkmıştır.
Ekonomik şartların değişmesi ile birlikte toplumdaki gelenek ve göreneklerin farklılaşması'nın yanısıra kış aylarında köylere ulaşımın sağlanmasından kaynaklanmaktadır.

6 Aralık 2011 Salı

ANADOLU ALEVİLERİ

Bir Tv kanalında Anedolu Alevi,liği ve horasan erenleri üzerine yapılan tartışmayı izlerken Gazeteci,profesör gibi ünvanlara sahip olan katılımcıların açıklamaları ilgimi çekti.Bu tartışma esnasında Profesör titrine asahip olan konuşmacının Aleviler ve horasan erenleriyle ilgili yanlış saptamalarda bulunduğunu farkettim.Bu saptamalar ya kasıtlı yapıldı yada profesörün bilgi dağarcığında eksikler vardı.
Konuşmacılardan alevi kökenli olan gazeteci arkadaş alevi ve bektaşilerin orta asya'nın horasan bölgesinden anadolu'ya geldiklerini ve Anadoludan'da balkanlara kadar gittiklerini belgelerle açıklıyordu.
Profesör ünvanlı konuşmacı ise kendisi alevi kökenli olan bu gazetecinin açıklamalarına itiraz ederek hayır ben öyle düşünmüyorum aleviler Anadolu'nun yerli halkıdır bu topraklarda müslüman olmuşlar gibi yanlış ve kasıtlı vurgularda bulunmaktaydı.Bu profesör Türkiyedeki alevi nüfusuyla ilgili tesbitlerde bulunarak söylendiği gibi alevi nüfusu 25-30 milyon değil devletin tesbitine göre 5-6 milyon civarındadır iddiasında bulunuyordu.Alevilikle ilgili gerçeklere samimi yaklaşmayan bu profesörün elinden gelse Türkiyedeki alevi varlığını inkar edecekti.
Konuşmacı olan bu Profesörün gerçeklerden uzak ve yanlı olan görüşlerine yine kendisi gibi Profesör olan başka bir konuşmacı meslektaşından tepki geldi.Meslektaşının yanlış söylemlerine itiraz eden diğer prof.konuşmacı Alevi kökenli olan gazeteci konuşmacı'nın doğru söylediğini teyit ederek  Anadolu'da yaşayan alevi,bektaşilerin ağırlıklı olarak İran bir kısmı ise Türkmenistan ve Kazakistan toprakları içerisinde bulunan Horasan bölgesinden göç yoluyla Anadolu'ya geldiklerini ve bu topraklara dağılarak bir kısmının'da Balkanlara kadar gittiğini söyleyince inkarcı profesör o zaman doğrudur demek zorunda kaldı.
Tarihi gerçeklerin inkar edilmesi hiç kimseye yarar getirmez aksine toplumsal gerçeklere ve aydınlanmaya zarar verir.
Gerçek her zaman gerçektir onun üstünü ne kadar örterseniz örtünüz bir gün mutlaka ortaya çıkacaktır.Gelelim inkarcı profesörün vurguladıklarına.Kendisini bilim adamı olarak gören ve profesörlük titrine sahip olan bu adamın bilimden uzak alakasız ve yanlı konuştuğu gün gibi ortadaydı.
Bütün kaynaklar Alevi'lerin horasandan geldiklerini doğrulamaktadır.ayrıca günümüz Türkiyesindeki alevi nüfus yoğunluğunun devletin hsaplamalarına dayandırarak 5 yada 6 milyol civarındadır denmesi kesinlikle yanlıştır.Çünkü devlet koyun sayar gibi alevi nüfusunu saymamıştır.Bu konuyla ilgili bu güne kadar herhangi bir referandum yapılmadığına göre ne devlet nede sayın profesör bu konuda gerçek bilgiye sahip değildir.
Alevilerle ilgili olarak sadece alevileri yok saymaya meyilli bu profesör ve benzerlerinin yazmaları hariç bu konuyla alakalı yazılmış olan tüm eserlerde Osmanlı İmparatorluğunun kurucu unsurlarının aleviler olduğu vurgulanmaktadır.O dönemlerde Anadolu'da'ki nüfus yoğunluğunu aleviler ve bektaşiler oluşturmaktaydılar.
Bir ahi piri olan Edep Ali Osmanlı'nı kurucusu olan Osman Beyin kayın babasıydı.Osmanlı'nın ilk 200 yıllık döneminde aleviler el üstünde tutulmuşlar imparatorluk içerisindeki taht kavgaları ve çekişmeler nedeniyle bazı  padişahlar Alevi ve Bektaşileri hedef almış hatta katliamlar yapmışlar.
Bu kırılmalar ikinci beyazıt zamanında başlamış özellikle oğlu II Selim(Yavuz selim) döneminde ayuka çıkmıştır.Yavuz Selim döneminde alınan devlet kararlarında Osmanlının din anlayışı sadece hanefi ,sunni müslüman olarak uygulamaya konmuş ve aleviler yok sayılmıştır.Bu uygulamalar sonraki dönemlerde'de devam ederek günümüze kadar gelmiştir.
Alevilere yönelik asimilasyon ve kıyımlar devam etmiştir. II Mahmut döneminde bektaşilerden oluşan yeniçeri ocağı'nın topa tutularak ortadan kaldırılmasıyla birlikte Sırp asıllı çakma müsalüman olan kuyucu Murat paşa Padişahın emriyle alevi bektaşi katliamına girişmiş bu katliamda 75 bir kişiyi kesmek suretiyle kazdırdığı kuyulara atılmıştır.
Bu baskı sindirme ve asimilasyonlar nedeniyle aleviler kendilerini korumak için dağlık bölgelere çekilmiş ve bu engebeli arazileri yurt edinmişler.
Osmanlı'nın sürekli baskısı nedeniyle pek çok alevi ve bektaşi sunnileşmiştir.Ne yazıkki bu baskılar Cumhuriyetin döneminde'de sürmüştür.
Buna rağmen Aleviler kendi içlerinde sağladıkları dayanışma ve düzenle inanç varlıklarını günümüze kadar taşımayı başarmışlar.Günümüz Türkiyesinde hala 22-25 milyon civarında alevi ve bektaşi'nin yaşadığı en güçlü ihtimaldir.Bir ülkede hangi etnik kökenden kaç kişinin olduğu ancak gizli oyla yapılan bir referandum sonucunda belli olur'ki buda İnsan hakları evrensel beyannamesine aykırıdır.Profesörün iddia ettiği gibi Anadoludaki alevi bektaşi nüfusu az olsaydı Büyük Selçuklu devleti'nin ağır vergi yükü ve aşırı baskılarına baş kaldıran ve tarihte babailer ayaklanması adı verilen isyanda Selçuklu devleti temelinden sarsılmazdı.
Bu ayaklanmada selçuklular o kadar zor durumda kalmışlarki tamamen ortadan kaldırılma korkusu yaşamışlar.
İşin gerçeği 970 yılından bağlayarak 1200 lü yılların sonuna kadar devam eden göçle Anadoluya gelen alevilerin bir kısmı Balkanlara gitmiş ancak en yoğun nüfüs oranı Anadolu topraklarında kalmıştır.Bir kısmının baskılara dayanmayaramk asimile olmasına karşın hala yaklaşık 25 bilyon civarında Alevi'nin Türkiye Cumhuriyeti devleti sınırları içerisinde yaşadığı gerçeği inkar edilemez.
Bu oranın aslında daha yüksek olduğu ancak bir kısım alevi'nin hala kendisini gizlediği önemli bir kısmının'da asimile olduğu inkar edilemez.





5 Aralık 2011 Pazartesi

ŞAŞIRMIŞTIR ROTASINI

Kimi yolcu kimi hancı
Kimi dünya'ya yabancı
Aslını inkar edenin
Yüreğine girsin sancı

Felek yakmış çırasını
Beğenmiyor atasını
Bulaşmış gayri meşruya
Anlamıyor hatasını

Değiştirmiş yaftasını
Karalıyor atasını
Girmiş bir çıkmaz sokağa
Şaşırmıştır rotasını

Gel yanlıştan dön geriye
Cemiyette yerin olsun
Sırt çevirme sen atana
Aslın,neslin belli olsun

MUHARREM ORUCU


Muharrem orucu genellikle Alevi,Bektaşi,Azeri ve Şii müslümanlar tarafından tutulan bir oruçtur.Muherrem orucu bazı sunni Müslümanlar tarafıdan'da tutulmaktadır.Muharrem orucu kameri ayların birincisi olan Muharrem ayında tutulmaktadır.Bu orucun başlangıcı kurban bayramı'nın ilk gününden başlayarak kurban bayramından yirmi gün sonra tutulur.
Hz.Muhamme Muharrem ayında 10 gün oruç tutmuş ve sahabeye'de tutmalarını söylemiştir.Hz.Muhammed muharrem orucuyla ilgili herkim'ki muharrem orucu'nu tutarsa bir sene oruç tutmuş sayılır diye buyurmuştur.Muherrem ayının kutsallığı ise bu ayda meydana gelen bazı dinsel olaylara dayandırılmaktadır.Muharrem ayında cereyan eden dinsel olaylar şunlardır.Adem peygamberin bağışlanması,Nuh peygamberin tufandan kurtulması,Yunus peygamberin kurtulması,İbrahim peygamberin nemrut'un ateşinden kurtulması,İdris peygamberin göğe çıkması,Yusuf peygamberin kuyudan kurtulması,Eyüp peygamberin yakalandığı amansız hastalıktan kurtulması,Musa peygamberin firavundan kurtulması,İsa peygamberin göğe çıkması,Hz.Muhammed'in müşriklerden kurtularak Mekkeden Medineye gitmesi,ve son olarak'da Hz.Muhemmed'in torunu kızı Fatıma ve Hz Ali'nin oğlu Hz Hüseyin ve 72 aile ferdiyle birlikte yezzit tarafından Kerbela'da şehit edilmesi Muharrem ayını çok daha kutsal bir ay konumuna getirmektedir.Bu nedenle tuytulan Muharrem orucu Alevi Bektaşi,Şii ve Caferi Müslümanlar tarafından çok önemsenmektedir.Hz.Hüseyin ve ehlibeyt mensuplkarının 10 Muharrem günü kerbela'da şehit edilmeleri sebebiyle bu ay yası matem ayı olarak kabul edilmektedir.
Hz.Muhammed'in 10 gün Muharrem orucu tutmasına rağmen Aleviler ve bektaşiler 10 günlük muharrem orucuna ek olarak kerbelada yezzit tarafından şehit edilen ehlibeyt mensupları anısına iki gün oruç tutarak toplam 12 gün muharrem orucu tutmuş olurlar.
Bazı Aleviler 12 günlük muharrem orucu dışında küfe'de şehit edilen Peygamber torunu Müslim akil ve iki masum çocuğu için üç günlük masumi pak orucu tutarlar.Bu üç günlük oruç yine muharrem ayında tutulmaktadır.
Alevi islam anlayışında hiç kimse oruç tutmaya zorlanmaz çünkü Alevilikte ibadet etmek tamamen rıza işidir yani kul ile Allah arasında olan bir meseledir her insanın sevabı'da günahı'da kendinedir kimse kimsenin ne sevabından nede günahından sorumlu tutulmaz.
Ramazan orucunda olduğu gibi Muharrem orucunda'da önce niyet edilir ve boy abdesti alınarak oruç tutulur.Muharrem ayında özelliklede oruç bitene kadar insanlar her türlü dünya zevkinden kinden,kibirden,fesattan,gıybetten uzak dururlar.Alevi,bektaşilerde Muharrem orucu boyunca duru su içilmemesine özen gösterilir.Su yerine çey,meşrubat,ayran gibi sıvılar alınarak vücudun su ihtiyacı kerşılanır.Bunun nedeniyse Kerbela'da şehit edilen peygamber torunlarının Yezit askerleri tarafından susuz bırakılarak şehit edilmeleridir.
Muharrem orucu bittikten sonra aşure pişirilir ve komşulara dağıtılır.Kimi Alevi ve bektaşiler oruç bittikten sonra kerbela faciasından sağ kurtulan İmam Ali Rıza için şükran kurbanı keserek kapı komşuya dağıtırlar.Caferiler ile Şiiler ise muharrem orucu bittikten sonra aşure dağıtıp kerbelada yaşanan acıyı bedenlerinde hissetmek amacıyla elleriyle, kimi yerlerde özel hazırlanmış zincirlerle bedenlerini kanatana kadar döverek acı hissetmeye çalışırlar.
Aleviler ve bektaşiler Muharrem orucu tutarken savura kalkmazlar.Oruç boyunca mütevazi sofralarda iftar açarlar.Bunun nedeni ise Hz.Muhammet ile damadı Hz.Ali ve kızı Hz. Fatıma'nın daima mütevazi hatta yoksul sofralarda iftar açmalarıdır.
Alevi geleneğinde oruç tutmayarak açıkta yemek yiyen insanlara tepki gösterilmez.Çünki her insan sadece Alşlah'a karşı sorumludur tutarsa sevabı kendisine tutmaz ise günahı kendisinedir.İnanan her insanın Yaradan'a ibadet etmesi en ulvi duygulardan biridir.Ancak hiç kimse bir diğeri tarafında ibadet etmeye zorlanamaz.İbadet tamamen rıza işidir gönülden gelen manevi duygudur.ky.b.l.sz.ank.





2 Aralık 2011 Cuma

PROFESÖR HIFZI VELDET VELİDEDEOĞLU



Türk hukuk sistemine büyük katkısı olan Ord.yz.Prof.Dr.Hıfzı Veldet Velidedeoğlu yazdığı esrlerle Türk Hukuk sistemine büyük katkı sağlamış olan değerli bilim adamıdır.Hukuk devleti hakkındaki görüşleri ile kamuoyuna mal olmuş müstesna bir bilim ve fikir adamı olan Velidedeoğlu 24 Ağustos 1904 tarihinde istanbul'da doğmuştur.
İlk ve orta öğrenimini açaorum ve Yozgat'ta tamamlamış Lise'yi Anlkara,Konya ve Trabzonda tamamlamıştır.1928 yılında Ankara Hukuk fakültesinden mezun olmuştur.Türk Hukuk devriminin yapıldığı o yıllarda Hıfzı Veldet Velidedeoğlu bu büyük devrimin heyecanını Ankara hukuk fakültesinde yaşamıştır.
Hulkuk fakültesini bitirdikten sonra Adelet Bakanlığı'nın açtığı sınavı kazanarak1929 yılı başlarında hukuk dektorasını tamamlamak üzere devlet bursuyla avruypa'ya gönderilmiştir.
Hıfzi Veldet Velidedeoğlu avrupa'da batı hukuk sistemini daha derinden inceleme imkanını bulmuştur.
Avrupadaki doktora çalışmalarını tamamlayıp yurda döndükten sonra 31 mayıs 1934 te İstanbul Üniversitesi hukuk fakültesine medeni hukuk doçenti ünvanıyla atanmıştır.
Velidedeoğlu bu fakülte'de görevine devam ederek 1942 yılında profesörlüğe 1948 yılında odinalyüz profesörlüğe yükselmiştir.
Beş ciltten oluşan medeni hukuk kitabı yetmişe yakın bilimsel çalışma, inceleme,araştırma ve konferansı yanısıra Almanca ve Fransızca 15 kitap ve inceleme cevirileri yayınlanmıştır.
İlki 1946-48 ikincisi ise 1952-53  yılları olmak üzere İstanbul üniversitesi Hukuk fakültesinde dekanlık yapmıştır.
27 Mayıs 1960 günü milli birlik komitesince İstanbul üniversitesinde kurulan Anayasa bilim kuruluna seçilen Ord.yz.Prof.Dr.Hıfzı Veldet Velidedeoğlu yeniden düzenlenen Anayasa tasarısı görüşmelerine katılmış ve bu tasarı'ya gerek biçim gerek sistem,gerekse konmak istenen bazı kuralları bakımından tasarıya muhalif kalarak kendi düşüncesi doğrultusunda bir Anayasa ön taslağı hazırlayarak Milli Birlik komitesine sunmuştur.
Hulkuk dili'nin yabancı terimlerden kurtularak Türkçeleşmesi Velidedeoğlu'nun önemli amaçlarından biri olmuştur.
Yazdığı tüm eserlerde sade bir Tğürkçe kullanmıştır.1970 yılında Türk dil kurumu tarafından yayınlanan iki cilklik eserde  medeni kanun ve borçlar kanunu hükümlerini günümüz Türkçesiyle anlaşılır hale getirmiştir.
Ord.Yz.Prof.Dr.Hıfzı veldet Velidedeoğlu fakülteden emekli olduktan sonra hukuk devleti ilkelerinin yerleşmesi için çaba göstermiştir.
Yazdığı makalelerle kamuoyuna yol gösterici olmuştur.Hıfzı Veldet Velidedeoğlu 24 Şubat 1992 yılında 88 yaşında vefat etmiştir.Ky.al.br.tk.
HOŞ GELDİNİZ